Turgut Uyar/Ay Ölür Yılgınlıktan

Görsel Mustafa Sönmez’e Aittir.

 

AY ÖLÜR YILGINLIKTAN

Ay ölür şimdi. Yani ölmek!.. Uzun eski geçmişi bir suyun.

Barışmamak çirkin bir akşam olur ve tabaklarda.

Donar yemişlerde ispirto

Yakılmaz ışık o saatlerde ispirto.

Sülünlerin soğuk akşamlara döküldüğü o ovalarda

Kent uygarlığının akşamı otlara döner, küçük karaltılar

mor evlerde soğuk sobaların uzayan küllerini dağıtır,

taşralı bir çocuğun eksik bilgisinde.

Ay ölsün…

 

Ay ölür şimdi. Uzun eski saldırışlı, ağlaması gökyüzünden,

kimsesiz ve hüzünlü bir at yelesi bakışları ve kösnüye

hiç benzemeyen bir uzun,

deniz kıyısı. İspirto

Kalçaları dar ama ne zararı var, hacamatlı bir kadın,

doğuramaz artık eski bir evlerde,

eski bir savaş evinde ispirto

elleri boş sularda, karanlıklar ve yılgınlıklar taşıyan

posta vagonlarını bulur,

Sülünlerin soğuk akşamlara döküldüğü o ovalarda

Büyük denize bakmak, mavi kalmak gibi,

yatarsa. Kimsesiz ve bir at

Ay ölsün…

 

Ay ölür şimdi. Mağara tükenir ağan yalnızlığında geçmişlerin.

El yadırgar ayasını, bir şey yavaşça inerse.

O hüzündür.

Erken gitmenin ve geç kalmanın, uzun eski posta vagonlarında

1930 tarihli bir gazete bulmanın ve

İşi gücü tütün kokan adamların.

Sülünlerin soğuk akşamlara döküldüğü o ovalarda

Adam bulanır ve bozar orucunu küfüre, ve pencerelerden bakıldığında

dinsel güçleri artar yaşlı kadınların, o yaklaştıkça

bardaklarda

ve bir at

Ay ölsün…

 

Ay ölür şimdi. belki girdiğin kapıdan bir gök müydü?

Bir gök müydü ki başını eğdiğin, eksik bir ağız mıydı,

ve

bir at mıydı? Sanki!..

Yüzde üç buçuk faiz ispirto

Gitgide güçleşen simyası burda olmanın, ışıksız kapıların

güneş yoksulu sahanlıkların sana verdiği ürküden,

Birden alınan kentlerin dükkânları nasıl kapanırsa,

ölülerle dolunca sonsuz ülken, ey Mağribi, kanının hiç

uğramadığı bir yerlerinde, çadırları ve bir ağacı

bırakmanın sızısı.

Sülünlerin soğuk akşamlara döküldüğü o ovalarda

Tıpkı kösnüye, doymuş kösnülere benzeyince bir resimsiz kitap

O büyük telaş avuçlarında,

ayılmanın ve bir illet bulmanın,

Ay ölsün…

 

. . . . . . .

gel dur önüme, sen benim sahiliğimsin!… Isırdığım,

bir kauçuk düşmanlığıdır!..

Yaşamamız baştanbaşa senin övgündür,

Ey kutsal bencillik!.. Seni

bırakmak niye?.. Suları ve seni bırakmak,

Niye?..

Aşkın akan suları, doyurgan ve yabanıllığı savaşların ve büyük utkular geçer onarıcı gölgenden.

 

Ey en gerekli yapısı tanrıların, Ben!..

Nem varsa sanadır!.. yıkılmış birlikler, kırılmış bardaklar

ölen kadınlar,

kan…….

Turgut Uyar

Ataol Behramoğlu,Büyük Türk Şiiri Antolojisi 2,Sosyal yayınları,1993,s:658-660

 

Görsel Mustafa Sönmez’e Aittir.

 

Terziler Geldiler

Terziler geldiler. Kırılmış büyük şeylere benzeyen şeylerle

daha çok koyu renklere ve daha çok ilişkilere

Bir kenti korkutan ve utandıran şeylerle.

Kumaşlar bulundu ve uyuyan kediler okşandı. Sonra

sonsuz çalgısı sevinçsizliğin.

Çay içmeye gidenler vardı akşamüstü, parklara gidenler de

Duruma uymak kısaltıyordu günlerini artamayan eksilmeyen bir hüzünle…

Yorgun ve solgundular, kumaşları buldular, kenti doldurdular

O çelenk onbin yıllıktı, taşıyıp getirdiler

Ölülerini gömmüşlerdi, kalabalıktılar, tozlarını silkmediler

Bütün caddeler boşaldı, herkes yol verdi,

 

‘Tanrıtanır kadınlar ve cumhuriyetçiler

piyangocular, çiçek satın alanlar,

balıkçılar ağlarını, paraketelerini, ırıplarını, oltalarını

zokalarını, çevirmelerini ve kepçelerini topladılar.

Sigaralarını yere atıp söndürdüler sigara içenler.’

 

Bir şey vardı ısınmaz kalın kumaşların altında, kesip biçtiler

Patron çıkardılar, karşılaştırdılar,

Katlanılmaz bir uykunun sonunu kesip biçtiler

Şarkılara başladılar ölmüş bir at için

Makaslarını bırakmadılar

Bekleniyorlardı.

 

‘Ey artık ölmüş olan at! -dediler-

Ne güzeldi senin çılgınlığın, ne ulaşılırdı!

Sen açardın,

Otuzüçbin at türünün tek kaynağıydın sen!

Tüylerin karaparlaktı. Koşumların,

-kokulu yağlarla ovulup parlatılan-

nasıl yakışırdı sağrılarına ve göke.

 

Göke bir ululuk katardı sonsuz biçimin, at!

Toynaklarını liflerle ovardık

Senin karaya boyanırdı koşuşun

Uyandırırdı bütün karaları ve denizleri.

Çılgın kişnemeni duyardık sonsuzun yanıbaşından

Ne güzel gözlerin vardı Kara at!

Binlerce kişi,

-çocuklar, kadınlar, erkekler görkemli yahut

darmadağın giysileriyle herkes

körler ve cüzzamlılar,

bütün kutsal kitaplar kalabalığı,

ermişler, kargışlılar ve günahlılar

gebe kadınlar, vâz edenler

ve dondurmacılar ve at cambazları ve

tecimenler ve kıralcılar ve gemicilerle

Tanrıtanımazlar ve tefeciler ve

yalvaçlar…-

ormanlardan ve kıyılardan ve kıraç yerlerden gelmiş

senin mutlu ovanı doldurup

haykırırlardı.

Büyük sesler içinde sen, geçerdin…’

 

Terziler geldiler. Bu güneşler odaların dışındaydı artık.

Herkes titrek ve sabırsız, titrek ve sabırsız evlerinde

Gazeteler yazmadı, dükkânlar dönemindeydik

Yüzlerce odalarda yüzlerce terziler, pencerelerini kapadılar

Parmakları uzun, kurusolgun yüzleri sararmış, eskimiş durmaktan

Yitik saat köstekleri, titrek ve sabırsız yorgun bacakları

Her şeylerine yön veren durmuşluğa olur dediler

Beğenip gülümsediler.

 

‘Ey artık ölmüş olan at! -dediler-

Senin eyerin ne güzeldi.

Dişi keçi derisinden, ofir altınıyla süslü

Nasıl yaraşırdı belinin soylu çukurluğuna

Seninle öteleri ansırdık.

Öteler, baklanın ve pancarın duyarlığı

Kedinin varlığı erişilmez kişilik

Güneşli bir damda

İçimizden gemiler kaldırırdın,

Suyunu büyük şölenlerle tazelerdik

Bayramımızdın. Kuburlukların

bütün kişniş ve badem doluydu.

Simdi dar dünya

Ölümün büyük hızı kesildi.’

 

Terziler geldiler. Ateş ve kan getirmediler.

Hüzünleri kan ve ateşti ama. Uğultulu bir şey

Ekspresler garlarda kaldı, ilâçlar çıldırdılar

Kenti bir bastan bir basa dolaştım, tıs yok

Bütün odalara dağıldılar. Sürahiler tozlu, pabuçlar kurumuş

yerlerde kırpıntılar,

 

‘oyulmuş yakalar, kolevlerinden arta kalanlar

vatka pamukları, verevine şeritler, kopçalar,

düğmeler, ilikler

iplik döküntüleri, kumaş parçaları,

karanlık akşamüstleri ve sabahlar,

dükkân tabelâları, kartvizitler…’

 

kasıklarına kadar çıkmış, en ufak bir ölüm bile yok.

Tarafsız bir aşk çağlıyordu onların solgunluğunda

Mutfaklarını kilitlediler, büyük atsı giysiler kestiler,

 

‘Ey artık ölmüş olan at! -dediler-

Koşuşun büyütürdü dünyayı senin!

Sen nasıl da koşardın.

Biz güneyde yatardık, sen koşardın

Hangi at güzelse ondan da güzeldin

Kuyruğun parlak savruluşuyla bölerdi

bir karaya göğü

ve yüceltirdi, ince bezekli kuskununu.

Gemin güzel sesler çıkarırdı güzel

ağzında,

herkesi sevinçle haykırtan.

Başın yaraşırdı düşüncemize ve

gözlerine saygıyla bakardık…’

 

Terziler geldiler. Durgunluktu o dökük saçık giyindikleri

Yarım kalmışlardı. Tamamlanmadılar. Toplu odalarını sevdiler.

Ölümü hüzünle geçmişlerdi, ateşe tapardılar.

Kent eşiklerindeydi, ağlayışını duydular

Kestiler, biçtiler, dikmediler ve gitmediler,

iğnelerine iplik geçirip beklediler;

 

‘Ey artık ölmüş olan at! -dediler-

En güzeli oydu iste, yüzünün

savaşla ilişkisi.

Boydanboya bir karşıkoyma, denge

ve istekli bir azalma. Onu bilirdik.

O ağaç senin kanınla beslenirdi,

hepimizi besleyen.

Bir ülkeyi yeniden yaratırdı şaşkınlığımız

senin karşında,

alışverişin, alfabenin, iplik döküntülerinin ve

her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği…

 Turgut Uyar

Ataol Behramoğlu,Büyük Türk Şiiri Antolojisi 2,Sosyal yayınları,1993,s:660-663

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

dipnotsanat sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et